Kent Tarihçiliği Atölyesi

by tarihvakfi

5-6 Mart 1994 tarihinde gerçekleştirilen Kent Tarihçiliği Atölyesinde tebliğ sunan isimler: Prof. Dr. Zafer Toprak, Doç. Dr. Çağlar Keyder, Prof. Dr. Sina Akşin, Prof. Dr. İlhan Tekeli, Doç. Dr. Mete Tunçay, Prof. Dr. Doğan Kuban, Suraiya Faroqhi, Murat Güvenç, Prof. Dr. İlber Ortaylı, Prof. Dr. Zeki Arıkan, Doç. Dr. Tülay Artan, Tuncay Baykara, Prof. Dr. Özer Ergenç, Necdet Sakaoğlu, Numan Tuna ve Murat Çızakça oldu.

“Nasıl bir tarih anlayışı” başlıklı ilk oturumda genel bir sunuş yapan Zafer Toprak, öncelikle sayısal verilerin kent tarihlerindeki önemi üzerinde durdu. Cumhuriyet döneminde kente yönelik ilk istatistik kaydı olarak 1928 İstanbul Yıllığı’nı gösteren Toprak, Cumhuriyet dönemi tarihçiliğinin en azından 1950’lere kadar kentle örtüşmediğini, 1910’larda başlayan ulusal tarihçilik çabalarında kır sorunsalının tartışıldığını, 1960’larda bağımlılık kuramları çerçevesinde emperyalizm üzerine yoğunlaştığını, ancak 1970’lerde yerel yönetimlerle kent olgusunun ön plana çıkarak toplum tarihi alanındaki yerini almaya başladığını vurguladı. Kent tarihlerinin ulusal tarihi aşma anlamında sorgulayıcı bir tarih anlayışı sunduğunu belirtti.

Sina Akşin, kent tarihlerinin ve kente ilişkin envanter çalışmalarının, kent sosyal sınıfları, kent ruhu ve kentin hukuki kimliğinin bir arada sorgulanmasıyla anlaşılabileceğini belirtti.
Çağlar Keyder, kentlere hem dikey (dönemsel ve toplumsal örgütleri baz alan-sosyal coğrafya) hem yatay (toplumsal katmanları total bir toplumsal çevreye oturtma çabaları-sosyal tarih) yaklaşılmasının daha sağlıklı açıklama ve yorumlar getirebilmesi açısından önemli olduğunu vurgulayarak söze başladı. Keyder, kentle birlikte teknolojik gelişme, uzmanlaşma, ihtiyaçların farklılaşması gibi olguların politik bilincin gelişmesini gerektirdiğini, kentin dinamik potansiyelini yaratıcı kılanın da bu bilinçlilikten kaynaklanan politik yapı olduğunu anlattı.

İlhan Tekeli, özellikle tarih ve sosyal bilimlerin ilişkisine dikkat çektiği konuşmasında, bazı sorulara yanıt arayışına girdi. Bir kente toplumsal tarih açısından bakarken epistemolojik pozisyonumuz, toplumu nasıl kavramsallaştırdığımız, kuram ve tarih ilişkisinin nasıl kurulabileceği yolundaki sorulara getirilebilecek değişik yaklaşımları ortaya koydu; kent tarihi sorgulamalarının günlük yaşam genellemelerini aşabilecek, kuramla koşut ve onu tüketecek biçimde yapılanması gerekliliği üzerinde durdu.

Mete Tunçay, Türkiye’deki şehirlerin birkaç istisna dışında antik gelenekten gelen şehirler olduğunu vurgulayarak, yakın tarihimizdeki Osmanlı Anadolu şehirlerinin “polis”te hakim olan “dar hemşerilik” anlayışını benimsediğini ve “urbs”taki tabiiyete alma, “genel hemşerilik” anlayışını dışarıda bırakan bir yapı gösterdiğini söyledi.

Öğleden sonraki ikinci oturumda Doğan Kuban, kentin toplumsallaşan bireyin hikayesi olduğunu söyleyerek bireyi birey-toplum ve birey-politik sistem ilişkileri içinde anlatmaya çalışmanın gerekliliğini vurguladı. Kuban’a göre, temel bir nokta olarak kent tarihi çalışmalarında kentsel parametrelerin saptanması öncelik taşıyordu.

Sevgi Aktüre, Anadolu kenti incelemelerinde kentin özellikle iç dinamiklerden değil, dış dinamiklerden kaynaklanan etkenlerle değiştiğinin saptandığını ve bu nedenle söz konusu kaynakların irdelenmesinin zorunluluğunu belirtti. Bu bağlamda da kentlerin kentlilik bilincinin yokluğu karşısında, kendi içinde bütünsellik taşıyan “mahalle”yi özne alan bir yöntemle değerlendirilmesini önerdi.

Suraiya Faroqhi ise, atomize mahalle yaklaşımını sağlıklı bir yöntem olarak kabul edemediğini ve bunun yerine kente bütünsel bakışı tercih ettiğini belirtti.

Murat Güvenç, böylesi bir tarih çalışmasında birey, toplum ve ölçek tanımlamasıyla birlikte, felsefi ön seçimini gerçekleştirmiş, mesleki dil sınırlarına konuyu hapsetmeyen, kullanılan malzemenin toplumsal yaşamı canlandırmaya olanak veren bir yöntem izlenmesi gerekliliğini anlattı.

Pazar günü kaynaklar konusunda yoğunlaşan toplantıda ilk konuşmayı genel bir bildiri sunan İlber Ortaylı yaptı. Ortaylı, kent ve kır tarihi ayrımının güçlüğünden yola çıkarak, yazılı tarihin kentlerde ortaya çıktığını belirtti. Osmanlı’da köy-kent ayrımı için arşiv dışı malzemenin yararlı olabileceğini vurgulayan Ortaylı, tereke defterlerinin sağlıklı bilgi vermekten uzak olduklarını, kadı sicillerinin ise bu konuda çok verimli olduklarını söyledi. Ortaylı ayrıca kent tarihleri yazımında bir gecikme içinde olmadığımızı, bunun özellikle 20.yüzyıl başında Osman Nuri Ergin’in eserleriyle çok da iyi bir ele alışla başlatıldığını vurguladı.

Zeki Arıkan tapu tahrir defterlerinin yerleşim yeri, nüfus ve dağılımı, vergi kaynakları ve iktisadi faaliyetler konusunda bilgi verebildiklerini, ancak kale içi asker sayısı, medrese öğrenci sayısı, yabancı tüccara ait bilgiler gibi konularda eksiklikler taşıdıklarını, bu nedenle 15. ve 16. yüzyıl incelemeleri için gerekli ancak yeterli olmayan kaynaklar olduklarını söyledi.

Tülay Artan kent tarihlerinin ortaya çıkarılması, anlaşılması ve yorumlanabilmesi açısından görsel malzemenin önemini ortaya koyarak bunların kolektif olarak değerlendirilmesinin önemini vurguladı. Bu bağlamda, minyatür ve gravürler, Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye’si, Hünername, yazma kütüphanelerindeki fetva, fıkıhlardaki kent ve kır tasvirleri gibi akla gelebilecek her türlü malzemenin söyleyebileceği şeyler olduğunu örnekleriyle açıkladı.

Tuncer Baykara, kent tarihleri konusunda yeterli malzemenin mevcut olduğunu belirtti, ancak mesele ne arandığının çok iyi tanımlanmasında yatıyordu.

Özer Ergenç özellikle vakfiyelerin önemi ve özgün kaynak olarak yararları üzerinde durdu.

Necdet Sakaoğlu’nun konuşmasındaki ana tema kaynakların güvenirliğinin iyi irdelenmesi oldu. Sakaoğlu çeşitli yazılı malzemenin yanı sıra aile yaşamı, halk deyişleri, türküler ve artık tükenmekte olan şifahi tarih kaynaklarının kullanılabileceğini belirterek tarihi çalışılacak olan mekanı görmenin hatta orada belli bir zaman yaşamış olmanın getireceği katkının öneminden bahsetti.

Numan Tuna, genellikle ihmal edilen bir tarih çalışması olarak arkeolojiyi gündeme getirdi; arkeolojinin sadece kazıdan ibaret olmadığını, aslında kazının sadece onun bir aracı olduğunu, arkeolojik çabaların tarihin yeniden inşası sürecinde, unsurların belirlenmesindeki rolünü anlattı.

Murat Çızakça para vakıf defterlerinin dönem kesitlerine uğramadan süregelen ve standart olan çok yararlı kaynaklar olduklarını belirtti.

Atölye çalışması, alanında bu boyutta yapılan ilk çalışma olmanın olumlu ve olumsuz yönlerini kaçınılmaz olarak taşıdı. En önemli yanı, farkı kesimlerden konuyla ilgili insanları bir araya getirmeyi başarmış olmasıydı. Zaman varlığı ve organizasyondan doğan engeller nedeniyle birçok soru sorulamadı, farklı düşünceler salonda mevcut oldukları yoğunlukta ortaya konulamadı. Ama atölyenin gerek gördüğü ilgi, gerekse kalite açısından Kent Tarihleri projemizin gelecekteki adımları için yönlendirici, cesaret verici ve özendirici olduğu söylenebilir.